30 Ocak 2016 Cumartesi

Mürşidi kamilin gerekliliği ve önemi


İmam Sühreverdî (k.s) Allah yolunda seyri sülûk edenlerin dört kısma ayrıldığını belirtir:

1- Kendilerinde cezbe olmadan sülûk edenler:

(Mücerred sâlik)

2- Cezbe hâlinde olan ve bu halde kalanlar:

(Mücerred meczûb)
3- Önce sülûke başlayan ve peşinden cezbeye ulaşanlar:

(Sâlik-i meczûb)

4- Başlangıçta kendisinde cezbe hâli olup daha sonra sülûke başlayanlar:

(Meczûb-i sâlik)

Hazret bunları şu şekilde değerlendirmiştir:

“Birinci ve ikinci gruptakiler irşada ehil olmaz. Üçüncü gruptakiler bazı durumlarda irşadda noksan kalır. Ancak dördüncü grubtaki arifler, bu işe tam ehliyetlidirler. İrşat işinde bazen noksan olmakla birlikte, üçüncü gruptakilerin bu makama ulaşmaları şöyle mümkün olur:

Bu kimse ilk hâlinde mücâhade, sıkıntı, ihlâsla ve bu yolun şartlarını tam olarak yerine getirmekle manevi seyrine başlar.

Sonra bu sıkıntı halinden, manevi hâlin temin ettiği rahatlığa çıkarılır. Böylece acıdan sonra tatlıyı bulmuş our, ilâhî lûtfun hoş kokusu ile rahatlar.

Böylece başlangıçtaki mücahede sıkıntısının darlığından, manevi ihsanlarla gelen kolaylığın genişliğine çıkmış olur. İlâhî kurbiyet denilen esintilerle tanıştırılır.

Kendisine müşahede kapısı açılır. Artık ilacını bulmuştur. Nur kabı olan kalbi, nurla kaynayıp taşmaya başlamıştır.

Ve…Ağzından hikmetler dökülür, kalpler kendisine meyleder, üzerine gaybdan peş peşe fetihler gelir, kalp gözüyle manevi âlemleri görür hâle gelir.
Bu hâliyle o, insan topluluklarının içine girmeye hazırdır. Artık halkın içindeyken o, Allah ile beraber olur. Herşeyi aşıp Hak ile olurken, hiçbir şey onu mağlup ve meşgûl edip Rabbinden koparamaz. O parçalar ama parçalanmaz.

İşte bu durumda olan kimse, insanları irşat etme hakkını elde eder. Bu sıfattaki kimseye bir çok insan tâbi olur ve kendisinden manevi ilim tahsil ederler. Onun vasıtasıyla âleme bereket yayılır.

Dördüncü grupta anlatılan ve önce ilâhî cezbe ile manevi terbiyeye alınıp ardından amele sevkedilen velilere ise Cenab-ı Hak, önce manevi keşifler, yakîn nurları ve kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle tecellî eder.

Müşahede nurları onu aydınlatır. Kalbi açılır ve genişler. Bir aldanma yeri olan dünyadan kalben uzaklaşıp, ebediyyet yoluna ve yurduna yönelir. Manevi hâl denizinden kana kana içer.

Kendisini Allah’tan alıkoyacak bütün maddî, dünyevi bağlardan kurtulur. Açıkça, ‘Ben, görmediğim bir Rabb’e ibadet etmiyorum, hep O’nun tecellîlerini seyrediyorum.’ diye ilan eder.

Sonra bâtınından zâhirine nurlar akmaya başlar. Bir zorlama ve meşakkat olmaksızın mücahede ve ibadet hâli devam edip gider. Herşey bir lezzet ve afiyet içinde olur. Kalbi, Rabbinin muhabbetiyle dolu olduğu için kendisinde, ilâhî sıfatlar tecelli eder, Rabbânî ahlâk ile ahlaklanır.

Bu kimsenin kalbi Hakk’ın emrine yumuşadığı gibi, kalıbı da yumuşar, erir ve teslim olur. Bunun alâmeti kalbin amellerine kalıbının yani organlarının da katılmasıdır.

Bu kimse Allahu Teala tarafından sevilen dostlardan olur. Doğrudan Hakk’a bağlanır, başkasından kesilir, mâsivâdan alınır ve ilâhi huzura ulaştırılır. İçindeki katılık gider, ruhun hararetiyle ısınır. Kalbinden nefsin damarları kesilip atılır. Cenab-ı Hakk, bu hâli şöyle zikreder:

“Öyle ki, Rabblerinden bütün benliğiyle korkanların derileri ondan ürperir. Sonra derileri ve kalpleri de Allah’ın zikrine yumuşar.”

Görüldüğü gibi Allahu Teala ayetinde, kalplerin yumuşadığı gibi, derilerin de yumuşayacağını haber veriyor. Bu durum ancak, seçilmiş Allah dostlarının (murad) hâlidir.

İrşada ehil ve ehliyetli kılınmış sevgilinin kalbi kötülüklerden temizlenmiş, göğsü açılmış ve derisi yumuşamış, kalbi ruhu ile aynı tabiatta olmuş; nefis de isyan ederek devamlı kötülüğü emreder bir durumdayken, yumuşayıp Hakk’a teslim olmuştur. Böylece nefsin yumuşamasıyla vücut da yumuşamıştır.
Bu kimse manevi hallerin elde edilmesinden sonra, tamamıyla artık amele döndürülür. Ruhu da devamlı ilâhi huzura doğru çekilir. Kalp ruhu, nefis kalbi, beden de nefsi takip eder.

Böylece bedenin amelleriyle kalbin amelleri içiçe olur. Zâhiri bâtına, bâtını da zâhire yol bulur. Kudret hikmete, hikmet de kudrete geçer. Dünya Ahirete, Ahiret de dünyaya açılır ve kendisine şöyle denmesi münasip olur:

“Eğer gözümden perde kaldırılacak olsa yakînim olduğundan daha fazla artacak değildir.”

Bu duruma ulaşınca, manevi hâlin kendisine bağ olmasından kurtulur. Hâl ona değil, o hâle hâkim olur. Böylece her yönden hürriyete kavuşur: Allah’a tertemiz bir tevhîd ile kulluk eder.

İşte, kim bu vasfettiğimiz makamı elde ederse o, gerçek bir arifi billâh, asıl hürriyetine kavuşmuş bir Allah dostu ve kamil bir mürşittir.

Onun nazarı deva, sözleri şifadır. O, Allah Teala’nın muradına uygun olarak konuşursa O’ndan konuşur, sükût ederse, O’nun için sukût eder. Nitekim bir kudsî hadiste bu durum şöyle ifade edilmiştir:

“Allah Teala şöyle buyurmaktadır: Her kim, benim velî kullarımdan birisine düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açar, dostumun intikamını alırım. Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır.

Kulum bana nâfile ibadetleriyle de durmadan yaklaşır; nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık ben o kulumun (özel ihsân edeceğim nurum ile) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederim.”

Demek ki kamil mürşit, Cenab-ı Hakk’ın muradına tabidir ve Hak Teala ona kendi murâdını bildirmiştir. Artık, bütün eşyadaki tasarruflarında nefsinin isteği ile değil, Allahu Teala’nın muradına uygun hareket eder.328

Allahu Teala, bir kulunu ilahi yardımı ile desteklediği zaman o kul, hak ve hidayet üzere hareket eder. Yerlerin ve göklerin hüküm ve hükümranlığı Yüce Allah’a aittir. O’nun ordularını ancak kendisi bilir. Bir kulunu sevince ve kullarının irşadı için aralarına gönderince, elbette ona bir yetki ve destek de verir.

Onu melekleri ve diğer manevi orduları ile takviye eder. Kendisini nefsine esir, şeytana oyuncak ve dünyaya köle etmez. Onu makam ve şöhret derdine düşürmez. İlahi yardım olmadan bu iş yürümez.

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe;119) Sadıklarla beraber olmak nefsin temizlenmesi ve güzel sıfatlarla bezenmesidir. Bu sayede takvada muvaffak olmak mümkündür. Bunu başarabilmek için de bir mürşid-i kâmile intisab etmek ve onların sohbetlerinde bulunmak şarttır. Çünkü sadıklarla beraberlik cismani olarak sohbetle, ruhani (manevi) beraberlik ise râbıta ile olur.
Sadıklarla beraber olmanın ve bir mürşid-i kâmile intisab etmenin faydası ve tesiri; hem ameli olarak zahire iktida etmesiyle, hem de ruhi olarak kendisine tesir etmesiyle meydana gelmektedir. Peygamber Efendimiz (SAV) ashab-ı kiramı, âdâb-ı ders ve âdâb-ı nefs olmak üzere iki şekilde terbiye etmişlerdir. Allah-u Zülcelal Habibini bu iki âdâb ile âdâblandırmıştır. O da ashabını böylece âdâblandırmıştır.
Âdâb-ı ders; zâhirî olarak yapılan bütün ibadetlerin Allah-u Zülcelal'in istediği şekilde yapılmasıdır.
Âdâb-ı nefs; nefsin ve ruhun kötü sıfatlardan temizlenmesi ve güzel sıfatlarla muttasıf (bezenmiş) olmasıdır.
Allah-u Zülcelal'in veli kulları da bu iki âdâbla âdâblanmışlar ve kendilerine tâbi olanları da bu şekilde âdâblandırmaktadırlar. Çünkü mürşid-i kâmiller, bir silsileye dayalı olarak günümüze kadar gelmişlerdir. İşte bu sebeple, Peygamber Efendimiz (SAV) 'in gerçek manada varisleri olan mürşid-i kâmillere intisab etmek ve onlardan istifade etmeye çalışmak son derece faydalı ve gereklidir.
Şeyh İsmail Hakkı Bursevî hazretleri şu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun" (Tevbe; 119) ayet-i kerimesinden murad, mürşid-i kâmillerdir. Ciddiyetle bir insan onların kapılarında hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarında kabul olunursa, onların feyz ve bereketlerinden dolayı mâsivayı (kötülüğü) terk etmeye muvaffak olur. Allah-u Zülcelal'in yolunda olan, istikamette başarılı olur ve ilahi huzura kavuşur."
Sadıklarla beraber olmak emrinin hikmeti şudur: İnsan halini, suretini, fiilini başka bir zatın iradesiyle icra etmez ise şüphesiz heva ve hevesinden ayrılamaz, ayrılamadığı için de kısa olan ömrünün hepsini beyhude harcar, gerçek maksadına ulaşamaz. Ancak kendisini başka bir zatın emrine verirse, nefsi ölmüş olur, kalbi var olur. Nasıl ilim tahsil eden bir genç, alim bir kim-senin nezaretinde cehaletten kurtulursa; kişi de kâmil mürşidin emri altında amel ve ihlasta başarılı olabilir.
Peygamber Efendimiz (SAV) ashab-ı kiramı sohbetleriyle birlikte feyz vererek yetiştirmiştir. İşte mürşid-i kâmillerde hakiki varisler olmalarından dolayı, müridlerini sohbet, teveccüh ve nazarlarıyla yetiştirirler.
Ebu Derda (R.A) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz sallu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Muhakkak alimler peygamberlerin varisleridir. Onlar dinar ve dirhemlere varis olmamışlardır. Ancak ilme varis olmuşlardır." (Ebu Davud: 3641, Tirmizi: 2681)
Bu hadis-i şeriften açıkça anlaşılacağı üzere sadece ilmi, zâhirî ilim olarak alıp, manevi ilmi gözardı etmek, ancak büyük bir cehaletin eseridir. Peygamber Efendimiz sallu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramı nasıl küfür bataklığından, zulmetten ve cehaletten kurtarmış ise mürşidi kâmiller de kendileriyle beraber olanları, kendi vasıflarıyla donatırlar.
Bazılarının yaptığı gibi zâhirî ilmi kabul edip, manevi ilmi reddetmek suretiyle tasavvuf ehline dil uzatmak, bunlara bir menfaat sağlamadığı gibi o tasavvuf ehline de bir zarar veremez. Nitekim Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: "Benim ümmetimden hak üzere bir cemaat olacaktır. Bir kimsenin onları Hak yoldan çevirmeye çalışması onlara zarar vermez, tâ ki Allah-u Zülcelal'in emri gelinceye kadar bu böyle devam eder." (Buhari, İ’tisam: 10, Tevhid: 29, Müslim, İmaret: 171)
Bu hadis-i şerifin bize çok açık mesajı vardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) in varisleri, Hak üzere Ümmet-i Muhammed'i kıyamete kadar irşad edeceklerdir. O varisler ki hakiki mürşid-i kâmillerdir. Çünkü onlar hem zâhirî, hem de manevi irşad yapabilenlerdir.
Bu yüzden onlarla beraber olmak, büyük bir ilaç olduğu gibi onlardan ayrılmak da acı bir zehirdir. Öyle ki mürşid-i kamillerle beraber olan kimseler, şaki de olmazlar. Nitekim Hz. Peygamber (SAV) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Mü'minin ferasetinden korkun. Çünkü onlar Allah'ın nuruyla bakarlar." ( Tirmizi,Tefsir:15, hd. 3052)
Mürşid-i kâmiller avcıya benzerler. Nasıl ki avcılar ince hünerlerle, türlü tuzaklarla vahşi hayvanları avlayarak, onlardaki vahşet sıfatını terbiye ile giderip, hüner ve marifet öğretirlerse; mürşid-i kâmiller de sohbet, teveccüh, himmet ve nazarlarıyla, azgın nefislerin, tuğyan ve isyanlarını giderip ıslah ederek, itaat sıfatını kazandırırlar. Kulluk edebini öğreterek ilahi sırlara vakıf kılarlar.
Zâhirî ilimle, eğitim ve Kur'an okumakla manevi ilim elde edilmez. Ve de kötü sıfatlarla muttasıf olunduğu için gurur, kibir, riya gibi hastalıklar insanın helakına bile sebep olabilir.
Rivayete göre bir kimse tek başına 60 yıl bir adada Allah-u Zülcelal'e ibadet etmiş ve birçok ihsanlara sahip olmuştu. Netice olarak Allah-u Zülcelal ona bir melek gönderip şöyle demiştir: "Sana ibadetinle mi muamele edeyim, yoksa kendi rahmetimle mi?" O adam uzun yıllar ibadet ettiği için kendisinde bir gurur hasıl olduğundan: "Amelimle muamele et!" dedi. Allah-u Zülcelal de onun hesabını gördü. O adamın ameli bir göz nimetinin bile karşılığını veremedi. Ve adamı cehenneme götürürlerken, adam hatasını anladı ve Rabbinden mağfiret diledi. Allah-u Zülcelal de merhamet ederek ona kendi rahmetiyle muamele etti. Ve cennetine gönderdi.
İşte bu yüzden, insan ne kadar çok ibadet ederse etsin, bir mürşid-i kâmile bağlanıp onunla beraber olursa, daima yapmış olduğu ibadetini az görür ve Rabbine daha fazla ibadet etmeye gayret gösterir. Eğer mürşidi olmazsa, nefis ve şeytan insanı çok kolay aldatır. Az olan ibadetini bile çok görür ki Allah muhafaza helak olur.
Her insan manevi olarak mezmum (kötü) olan gurur, kibir, riya, hased, gıybet gibi hastalıklara müpteladır. Bunların temizlenmesi için de bir mürşid-i kâmilin manevi terbiyesine girmek şarttır. Bazı insanlar bu türlü hastalıklara müptela oldukları halde, kendilerinin hastalıklarını bilmezler ve tedavi etmek için de herhangi bir çaba göstermezler. Bunlar cehl-i mükerrep (kendilerini alim olarak gören cahiller) içindedir. Şeriat zahirdir, ancak bu hastalıklar manevidir.
Allah-u Zülcelal bu cehl-i mükerrep içinde olanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “De ki: Size amelleri en çok hüsrana gidenleri haber vereyim mi? Kendilerinin gerçekten sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa gitmiş olanları.” (Kehf; 103-104)
İnsanın kendi yüzünü görebilmesi için güzel bir aynaya bakması lazımdır. Ayna olmadığı zaman nasıl kendini göremezse, hatalarını görebilmesi ve bunları iyileştirmeye çalışması için de bir mürşid-i kâmile gitmesi ve hatalarını, sıkıntılarını anlatarak çarelerini bulup bu manevi hastalıklardan kurtulması lazımdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurmuştur: "Mü'min, mü'minin aynasıdır." (Buhari; Edeb)
Yine bu konuda Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Muhakkak size; Allah'a ve son güne ümit besleyipte, Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Rasulünde pek güzel bir örnek vardır." (Ahzab; 2l )
Bu ayet-i kerimede Allah-u Zülcelal, Peygamber Efendimiz (SAV)'e tabi olmayı ve ona ittiba etmeyi ashab-ı kirama öğretmektedir. Nasıl asr-ı saadette Peygamber Efendimiz sallu aleyhi ve sellem’e iktida edip tabi olunmuş ise günümüzde de onun varislerinin yanında olup, onlara uymak suretiyle Allah-u Zülcelal'e yönelmek icab etmektedir. Allah-u Zülcelal'in işareti ve emri bu yöndedir.
Bundan dolayı hakiki varislerle beraber olmak, sohbetle-rine devam etmek ve irşadları altına girmek şarttır. Böylelikle imanımız kuvvetlendiği gibi, emraz-ı kalbiye (kalbi hastalıklar) ve nefsimizin kusurları kaybolmaya yüz tutarak güzel sıfatlarla bezenmeye başlarız.
__________________
 Kâmil bir şeyhten ders almak ona intisab etmek, sefere çıkan her insana daha önceden bu sefere çıkmış tecrübeli bir rehber nasıl şartsa aynı şekilde tüm insanlara böyle bir kâmil insana intisab etmek tabi olmak da şarttır diyebiliriz. Çünkü tasavvuf yolu, tarikat yolu Allah’a giden yolda sefere çıkmak demektir. İnsanoğlu tümüyle topyekun seferde olduğunun farkında olsa, bu seferden dönüşün olmadığını bilse, seferin neticesinde karşılaşacağı akıbetinin bilincinde ve korkusunda olsa, Cenab-ı Hakk’ın “Dönüşünüz ancak bizedir” emr-i ilahîsinin farkına varsa, kâmil mürşidlere intisab etmenin, bu manevi rehberlerin kadir, kıymetini ve önemini de hemen kavrar ve bu rehberlerin yanından bir an bile ayrılmazlar.
Mürşid-i kâmillere intisab edip o nadide insanların hayatlarında onlardan faydalanmamız yaşarlarken değer ve kıymetlerini bilmemiz, onların yaşam tarzlarını kendimize rehber edinmemiz gerekir. Onların inandıkları gibi inanıp onların İslâm’a ve onun kurallarına sarıldıkları gibi sarılmamız gerekir. İntisab etmek, rehber edinmek bu şekilde olur.
Yoksa bir sıkıntı anında Eyyup Sultan’da kurban kesmek, Telli Baba’ya gidip türbesine bez bağlamak, Hacı Bayram Veli’de şeker dağıtmak, Mevlâna’da adak adamak intisab değildir. Böyle yapmak, bu mübarek zatları rehber edinmek değildir. Elbette ki bütün zatların türbelerine de saygılı olmalıyız. Ama, türbelerinde adak adamak yerine, yaşantılarını, hayatlarını rehber edinmemiz gerekir.
Hakkı bilmek, hakkı anlamak, hakkı söylemek, hakkı dinlemek, hakkı öğrenmek kısaca hakka yönelip hakka doğru yol almanın vesileleri olan tarikat yollarının değerlerini bilip onları layık oldukları yerlere getirmek onlara hak ettikleri değerleri vermek her Müslümanın vazifesidir.
Bu hak olan tarikatlara vereceğimiz değerler ölçüsünde toplum olarak lâyık olduğumuz yerlere gelebiliriz. Aksi taktirde Allah sevgisinden ve Allah korkusundan uzak, birbirinin hak ve hukukuna riayet etmeyen, sevgi ve saygıyı unutan, merhamet nedir bilmeyen kişi ve kişiler topluluğu olarak kalmaya mahkum oluruz.
Geçmiş tarihlerde Allah dostlarına gereken değeri veren toplulukları Cenab-ı Hakk (c.c.) Hazretleri yüceltti ve yükseltti. Osmanlı bunun bir örneğidir. Selçuklu bir diğer örnektir. Asr-ı saadette yaşayanlar hakeza öyle. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılmış ve Allah’ın sadık ve veli kullarını baş tacı etmişlerdi.
Onlar, Cenab-ı Hakk’ın, Tevbe suresi 119. ayetinde geçen “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” emrinin ehemmiyetini bilerek sadıklar topluluğu oluşturmuşlardır. Onlar Allah’a, Resulü’ne, ahiret gününe, hesab gününe son derece iman ederek, bunları en iyi şekilde bilen Ulema-i kiram ve Allah dostlarını baş tacı etmişlerdi. Bir an önce özümüze dönüp manevi benliğimize sahip çıkmamız ve ona sımsıkı sarılmamız gerekir.
 İnsan gökte taht kursa, güneşi yere çekse
Ne faydası olur ki, Hakkı bilmeyecekse
Bu yazdıklarımızı okuyacak olan değerli Müslüman ve ihvan kardeşlerimin özellikle bir konuya dikkatlerini çekmek isterim. Şu ana kadar bahsettiğimiz, anlatmaya çalıştığımız gerçek manada kâmil bir mürşid olan zatlardır. Yoksa insan her kargayı şahin sanıp ona uyarak yolunu kaybetmemelidir. Çünkü günümüzde maalesef şeyhlik maskesi altında Ümmet-i Muhammed’i dalâlete sürükleyen icazetsiz seyr-i sülûkünü tamamlamamış meşrepleri bulanık, gittikleri yol Allah’ın şeriatine ve Resulullah’ın sünnetine uymayan insanların var olduğu hepimizce malumdur. Nitekim Şeyh Beyazid-ı Bistami Hazretleri der ki: “Ben doksan şeyhe yetiştim her birine hizmet ettim ama Cafer-i Sadıka yetişmeseydim zamansız gideceğimden korkardım.” İşte bu yollarda yalan yere posta oturup şeyhlik davasında bulunan şeytan tıynetli kimseler de çoktur. Bu yüzden devamlı deriz ki, mürid talip olacağı yolu, o yolun önderini çok iyi araştırmalı, Allah’ın şeriatına ve Resulullah’ın sünnetine uygun olduğuna emin olduktan sonra teslim olmalıdır.
Bilinmelidir ki şeyh edinmek isteyen kimseler hakiki mürşidlerden irşad almış kimseleri şeyh edinmelidir. 0 şeyh halkı irşad edebilecek güce sahip olmalıdır. Ve ‘ben şeyhim’ diyen kimsenin mutlak manada müridlik ve taliplik kademelerinden geçmiş olması şarttır. Günümüzde maalesef birkaç gün bir şeyhin sohbetinde bulunup kulaktan dolma birkaç kelâm öğrendikten sonra icazetsiz bir şekilde kendisini ortaya atan vekiller ve şeyhler de çoktur.
Gerçek mürşid, mutlak manada ilim sahibi olmalıdır. İlimsiz kimselerin dalâlete düşmeleri mutlaktır ve an meselesidir. Hal böyle olunca kendisini dalâletten kurtaramayan, peşinden götüreceği insanları da dalâlete sürükler. Mürşidlerin ilim ehli olmaları gerektiğini Cenab-ı Hakk Enbiya suresi 7. ayetinde mealen şöyle işaret etmektedir: “Eğer bilmiyorsanız, ilim ehli olanlardan sorun öğrenin.”
Bu konu ile ilgili Resulullah (s.a.v.) Efendimizin şu hadis-i şerifi de dikkat çekicidir: “Bu alemin yıkılmasına ve harap olmasına üç sınıf insan sebep olacaktır. Bunlar cahil sofular, fasık alimler ve zalim idarecilerdir.” Yine bu konu ile ilgili değerli bir söz vardır: “Yarım hoca insanı dinden yarım tabipte insanı candan eder.”
Eşşeyh Hacı Hafız Mustafa ÖZGÜR (K.s)

Cevapla

Hiç yorum yok: