12 Nisan 2020 Pazar

Bütün Bebekler Güzeldir ama...

Aşağıda derc eylediğim bu yazı, merhum  M. Asım Köksal hocaefendi'nin:

"Kitabımızda kaynakları konuşturmakla yetindik, 
Şahsi görüşlerimizle araya girmekten kaçındık." diyerek nitelendirdiği Peygamberimiz aleyhisselam'ın hayatını anlatan,  Hz. Muhammed ve Islamiyet adlı kitabından alınmıştır. 

M. Asım Köksal hocaefendi bu kitabı için:

"Hayatımızın en mes’ud, en mutlu devri; her türlü güçlük ve ağırlığına rağmen, bu kitabı yazmakla geçirdiğimiz devir olmuştur. çünkü, başından sonuna kadar, bütün bir devri, olanca çileleri ve mutlulukları ile, sevgili Peygamberimiz Aleyhisselamın ve ashabının yanında yaşamış gibi idik." demiş.

Ben de, bu yazıyı yazarken Halime Hatun'un cılız ve zayıf merkebinin, Peygamber aleyhisselamı taşırken bir at kadar hızlı gittiğini gördüm. Ah, dedim, ne kadar güçsüz ve hastayım… Onu taşıyor diye Allah, ölümsek  eşeğe güç vermiş.

Halime Hatun'un Hz. Peygamberi ilk görüşündeki duygularını yaşadım. Bir bebek bulunduğu yeri güzelleştirir… 

Halime Hatun'un, Hz. Peygamber aleyhisselamın bulunduğu odaya girdiğindeki ilk bakışlarını ve kalbinin atışlarını…  Ellerini Peygamberin göğsüne koyduğundaki annelik duygularını hissettim.
Sallallahü aleyhi vesellem!...

Hz. Peygamberin Doğumu...

Peygamberimiz aleyhisselam Fil yılında Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi günü tan yeri ağarırken Şı'b'daki evlerinde doğdu. 

Riyaziyecilere göre doğum tarihi şemsi aylardan Nisan ayının 20'sine rastlamış, Mısırlı Mahmud Feleki Paşa da bunun, Miladi 571 yılı 20 Nisan Pazartesi gününe rastladığını hesapla doğrulamıştır. 

Peygamberimiz aleyhisselamın doğduğu ev; Şı'b'da Haşim'den Abdulmuttalib'e kalan, ondan da Peygamberimiz aleyhisselamın babası Hz. Abdullah'ın hissesine düşen ev olup "Mevlid sokağı" diye anılan Ebu Talib Şı'b'ı caddesinde, Leyl sokağında idi. 

Peygamberimiz aleyhisseladan üç yaş büyük olan amcası Hz. Abbas da; Hz. Amine'nin bir oğlan çocuğu doğurduğu haber verilince, annesinin sabahleyin kendisinin elinden tutup oraya götürdüğünü, Peygamber aleyhisselamın evlerinin ortasında yattığı yerde döşeğine ayağıyla vurduğunu, hala görür gibi olduğunu ve orada bulunan kadınların kendisini onun üzerine çekip "öp kardeşini" dediklerini bildirir.

Peygamberimiz Aleyhisselam doğarken, çocukların yere düştükleri gibi düşmemiş,  ellerini yere dayamış, başını semaya kaldırmış olarak doğmuştur. 

Peygamberimiz aleyhisselamı, önce annesi Hz. Amine üç gün veya yedi gün emzirdi. Bundan sonra Süveybe Hatun, oğlu Mesruh ile birlikte günlerce emzirdi.

Doğumun yedinci günü dedesi Abdulmuttalib develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç kez yemek yedirmesini oğlu Ebu Talib'e emretti.
Ayrıca Mekke mahallelerinden her mahalleye develer kesilerek bırakıldı. Bunlardan kurtların kuşların da yemesine engel olunmadı.

Yeni doğan çocuklarını süt annelerine vermek, Kureyş ve diğer Arap eşrafının adetleri idi. Peygamberimiz aleyhisselam'ı Süveybe Hatun'dan sonra Beni Sad b. Bekr kabilesinden Halime Hatun götürüp emzirdi. 

Halime Hatun der ki:

İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık yılında, hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Ben kır merkebimin üzerinde idim. Yanımızda yaşlı bir devemiz de bulunuyordu. Vallahi o bize bir damla süt bile vermiyordu. Fakat biz bir yağmura kavuşmayı, darlıktan kurtulmayı umup duruyorduk. Üzerinde bulunduğum arık ve zayıf merkebimin yürüyüşünün ağırlığı, arkadaşlarımın canını sıkmaya başlamıştı. 

Nihayet Mekke'ye varıp emzirilecek oğlan çocukları aramaya başladık. Içimizde hiçbir kadın yoktu ki, o ona arz ve teklif edilsin de 'yetimdir' denilince onu almaktan vazgeçmiş olmasın. Çünkü bizler emzireceğimiz çocuğun babasından bahşişe kavuşmayı umuyor ve onun (Peygamber aleyhisselam) hakkında, yetimdir. Annesi ve dedesi bize ne ihsan yapabilecek diyorduk. Bunun için hiçbirimiz emzirmek için onu almak istememiştik. 

Abdulmuttalib süt annesi arayıp duruyordu. 

Abdulmuttalib benimle karşılaşınca, sen kimsin, diye sordu.
Beni Sa'd'lardan bir kadınım, dedim. Abdulmuttalib gülümsedi, ne güzel ne güzel! Sa'd ve hilm iki güzel haslettir ki dünyanın hayrı da ebediyetin izzet ve şerefi de bunlardadır. 

Ey Halime benim yanımda yetim bir çocuk vardır ki onu Beni Sa'd kadınlarına teklif ettim. "Biz götüreceğimiz çocuklardan yararlanmayı, onların babalarından ikram görmeyi umuyoruz." diyerek almaya yanaşmadılar. Onu sen alır mısın, belki onun yüzünden saadete mutluluğa erersin, dedi. Ben de:
Bana biraz müsaade et de kocama danışayım, dedim. 

Kocamın yanına dönüp durumu haber verdim.
Mekke'de, bu yetim çocuktan başka emzirilecek çocuk yoktur. O çocuğu almamızı uygun görür müsün? Ben yurdumuza eli boş dönmek istemiyorum.Kocam:

"Bunu yapmanda bir sakınca yok. Belki Allah onun yüzünden bereket ve bolluk verir. Git onu al, dedi.

Döndüğüm zaman, Abdulmuttalib'i oturmuş, beni bekliyor buldum. Çocuğu getir, deyince yüzünde bir sevinç belirdi ve beni Amine'nin evine götürdü. 

Amine bana, hoş geldin, safa geldin dedi ve beni Muhammed aleyhisselam'ın bulunduğu odaya koydu. 

Odaya girdiğim zaman o, sütten daha ak bir yün kumaşa sarılmış, altına da yeşil ipekten bir sergi serilmişti. Sırt üstü yatırılmış, mışıl mışıl uyuyor, kendisinden misk kokusu geliyordu. Sevimliliğine ve yüzünün güzelliğine hayran oldum. Uykusundan uyandırmaya kıyamadım. Ellerimi göğsünün üzerine yavaşça koyduğum zaman gülümsedi ve bana bakmak için gözlerini açtı. Hemen iki gözünün arasından öptüm ve kucağıma aldım. 

Hz. Amine: 

"Bana üç gece, oğlun Beni Sa'd b. Bekirlerde Ebu'z Züeyb ailesi içinde emzirilecek." dendi, dedi. 

Işte bu kucağımdaki çocuğun sütbabası Ebu'z Züeyb'dir. O benim babamdır, dedim.

Halime Hatun, hatıralarını anlatmaya devamla der ki:

Ben onu, ancak başkasını bulamadığım için almıştım. Binitimin ve yolculuk eşyalarımın yanına döndüğüm ve kucağıma alıp emzirmek istediğim zaman, ona memelerimden dilediği kadar süt geldi. Süt kardeşi de birlikte kanasıya emdiler ve uyudular. Halbuki bundan önce bizim çocuk, kendisiyle birlikte bizi de hiç uyutmamıştı. 

Kocam, kalkıp o yaşlı ve sütsüz devemizin yanına vardığı zaman onun da memelerinin sütle dolu olduğunu gördü. Kendisi , ondan içeceği kadar ondan süt sağıp içti. Kendisiyle birlikte ben de içtim. Her ikimiz de süte kandık ve doyduk. Bambaşka ve hayırlı bir gece geçirdik. 

Sabaha çıktığımız zaman kocam bana:
Vallahi ey Halime, iyi bil ki, sen mübarek bir çocuk almış bulunuyorsun, dedi.
Vallahi ben de böyle olmasını umuyor ve diliyordum, dedim. Sonra hayvanıma bindim. Çocuğu da kucağıma aldım. Haris ise yaşlı devesinin üzerine bindi. 

Sirer vadisinde yol arkadaşlarına yetiştiler. Kadınlar:
Ey Halime ne yaptın diye sordular.
Vallahi, hayrı ve bereketi en büyük olan bir çocuğu görüp aldım. 
Yoksa o kucağındaki, Abdulmuttalib'in torunu mu, dediler. 
Evet, dedim. Kadınlarımızdan bazılarının kıskandıklarını gördüm. Vallahi benim merkebim öyle hızlı gidiyordu ki, hepsinin önüne geçti. Kafiledekilerin merkeplerinden hiçbirisi ona yetişemediler.  Nihayet kadınlar bana:
Ey Ebu Züeyb'in kızı, yazıklar olsun sana! Biraz durup bizi beklesen a! Gelirken üzerine bindiğin merkep bu değil miydi, diyerek sesleniyorlar, ben de onlara:
Evet o merkeptir, diyordum. Şaşırıyorlar ve, buna bir şey olmuş, diyorlardı. 

Nihayet Beni Sad yurtlarındaki evlerimize geldik. Ben, Allah'ın yarattığı yerlerden, Beni Sad yurdundan daha kurak bir yer bulunduğunu bilmiyorum. Fakat çocuğu getirdiğimizden beri, davarlarımız akşamları karınları tok ve memeleri sütlü olarak dönüyor ve biz de onlardan süt sağıp içiyorduk. Halbuki hiç kimse davarlarından sağıp içecek bir damla süt bulamıyordu. Hatta kavmimizden çevremizde bulunanlar, çobanlarına:

Yazıklar olsun size! Ebu Züeyb'in kızının çobanı nerede yayıyor, otlatıyorsa, siz de onunla birlikte otlatıp yaysanız ya, diyerek çıkışmakta idiler. Yüce Allah bize onun (Peygamber aleyhisselam'ın) yüzünden hayır ve bereketi artırdı, durdu.

Salat ve selam onun üzerine olsun Allah'ım. Rahmet ve bereketinden bizim üzerimize de yağdır.


15 Mart 2019 Cuma

SINAV

Kemal Sayar ''Bana iyi yazıları iyi insanlar yazdırır'' diyor. Devamında da, ''Bana yazı yazdırmış, beni bir sözü, bir gülümseyişi, bir iması, bir hatırlatması, bir susuşuyla esinlemiş insanlara şukranımı ifade ederek bitiriyorum'' diyor.

 İyi ve güzel şeyleri yaşamak ve yazmak bana da şifa oluyor... beni bir sekine gibi kaplıyor. Varsa hastalığım tedavi oluyor, ağrılarıma iyi geliyor. Bu sayede kalbimin bir güzellik yumağına döndüğünü hissediyorum.

İyi ve güzelin tanımı nedir peki? İyi ve güzel herkese göre değişir mi? Her ruhun haz aldığı şeyler farklı mıdır? Ruh derken şeytanlaşmış ruhları devre dışı bırakıyorum. Onları anmak bile istemiyorum. Evet iyi ve güzellik göreceli bir kavramdır muhakkak. 

Bu gün size iyi ve güzele ait bir hikaye anlatmak istiyorum. İyinin ve güzelin hikayelerinden birini... Çünkü seviyorum güzel hatıraları dile ve gönle düşürmeyi. Allah'ta böyle yapıyor. Güzel kullarını ve onların güzel hallerini Kur'an'da bize anlatıyor. Kitapta Meryem'i de an diyor. İdrisi, Zekeriyya'ı, İsmail'i an diyor. Aleyhümüsselam. Onları anarken güzelliği de anlatmış oluyor. Burdan yola çıkıyorum ve ben de anlatıyorum. Allah'ın sünnetini işlemek ne güzel!

Günlerdir Kur'an sınavı için hazırlanıyorum. Benim gibi yüzlerce kişi bu sınav için hazırlanıyordu. Kur'an'ı okuyuş sınavıydı. Dolayısıyla tamamen kıraate yönelmiştim. Her harfi incik incik eledim. benim gibi yüzlerce kişi de öyle yaptı. Elif harfi boğazın neresinden çıkar? Açık okunan bir harf, şiddetli bir harf Elif. Be nereden çıkar, te nasıldır? Te hemstir yani harfle birlikte nefes akar. Bir sigara kağıdını rüzgar gibi sallar te. İşte bu hemstir. Kefte öyle, fe de öyle vs. Ayn beyniyyedir, biraz akacak lam mim nun ra gibi... Gayn rihvettir. Mağfiret derken ordaki gaynın rihvetini belirtmelisin. Kaç kez talimini yaptık meğ, eğ, iğ, üğ diye. Oldu mu? Belki hala olmamıştır. 

Her gün yüzüne okuyuş, her gün ezber tekrarı. Yasin, Tebareke, Amme, Fetih, Buruc, Tarık, Gaşiye, Ala, Şems, duha ve sonuna kadar... Kaç kez tekrar ettim sayısını bilmiyorum. Hiç birinde olmuş bulmadım kendimi. Olmayacak galiba diye siteme düştüm kaç kez. Olmazsa da çalış dedim, ibadettir sonuçta. Kur'an'la meşguliyetin her türlüsü ibadettir. Allah Kur'an'la meşgul olanları sever dedim. İlla başarılı olmakta çok önemli değil. 

Haftalardır gruplarda  takipteyiz; ''Komisyon mulakata girenlere ne sormuş?'' diye ilmihalleri, tecvit bilgilerini ilmik ilmik işledik hep birlikte. Hepimiz rakiptik ama hepimiz dosttuk. Başka rakipler bizim gibi paylaşır mıydı bilgilerini? Belki çok azı. 

Sınav için yola çıktım. İlk tren yolculuğumu da bu sayede yapmış oldum. Uzuun bir günün akşamı yanımda bir hemşehrimle şehre vardık. O da benim gibi bir sınavzede. 

Kaldığımız bina bir yurt binası. Ücret mukabilinde kalıyoruz. Biz üst katlardayız. Odamıza yerleştik. Yan tarafta da her biri bir şehirden gelmiş bayan kardeşlerimiz. Konuştuk, tanıştık, birlikte sallama çay ve kahveler içtik, getirdiklerimizi bir masaya yığdık, hem ders çalıştık, hem yedik. Hiç yabancılık çekmedik. Sanki önceden tanışıyor gibiydik. Aşağı katlarda erkek adaylardan ezan ve Kuran nidaları geliyordu. Ders çalışıyorlardı. Bir ara bizim koridora kadar gelen ezanın Allahü ekber bölümünü işittim. Allahım ne güzel bir ezan okuyuştu. Kimdir bilemem ama ne güzel bir ezandı. 

Evet bu gün ben sınava girecektim. Sabah sekizde listeler asıldı. Son sıralardaydım.  Bekleme odasına alındığımda ikindi ezanı okunuyordu. Altı kişiydik. Herkeste yüksek derecede heyecan vardı. İki mülakat odası vardı ve mülakatzedelerin  okuyuşları koridora kadar taşıyordu. Bu, zaten heyecanlı olan bizi daha da heyecanlandırıyordu. Biraz sonra bizler de tek tek bu odalara alınacaktık. Bir haftadır baş ağrısından muzdariptim. Belki tansiyonum da yüksekti bilmiyorum, hiç iyi değildim. En bildiğim şeyleri bile bilmiyor gibiydim. Bu halle ezberlerimi nasıl arzedecektim. Neyse bunları düşünmemeliydim iş olacağına varacaktı elbet. 

İsmim okundu, kapıya doğru yöneldim. Bismillah deyip kapının tokmağına dokunurken (Allahım senin adınla) dediğimi hatırlıyorum. Kapıyı açıp içeriye girdim. Masaya doğru yürüdüm. Masanın üstünde isim ve imzaların olduğu bir kağıt ve kalem duruyordu. Sandalyeye kadar yaklaştım ama oturmadım. İmzanızı atın dediler. Attım ve hala ayaktaydım. Buyrun oturun dediler. Oturdum. 

Karşımda üç kişi duruyordu. Ortadaki önündeki kağıda bir şeyler yazıyordu ya da okuyordu. En soldaki; bize kendinizi tanıtır mısınız, dedi. Kısaca tanıttım ve bir iki dakikada Kur'an yolculuğumu hikaye ettim. Ortadaki bembeyaz saçlı bir adamdı. Görünüşünde babacan bir tavır vardı. Kur'anla yoğrulmuş bir yüz, Kur'anla yaşamış biri...

 Odaya bir güzellik sinmişti, okunan Kur'an'dan mı yoksa ihlaslı okuyuşlardan mıydı bilemem. Bambaşkalık vardı. Odanın heryeri nurlanmıştı ve bu yüreğime kadar işliyordu. Bunu hissediyordum. Allah'ım senin adının anıldığı mekanlar, Kitabıyın okunduğu mekanlar böyle güzel mi olur?  Heyecansız görünmeye çalışıyordum belki de çok heyecanlı değildim. Ortadaki, heyecan var mı, dedi. Bilemiyorum dedim. Varsa da Kur'an'ın bereketiyle rahmetiyle geçer inşallah başlayın dedi.

 Ku'ran önümde açıktı. Şöyle bir baktım Mü'min suresiydi. ''karşı taraftan başlayın'' dedi. Derin bir nefes aldım, euzü besmele çektim. Güzeldi sanırım, yapabileceğimin en iyisini yapmıştım. Besmeleden sonra hemen ayete geçmedim, bir kaç sanıye durdum ve okumaya başladım. Tam satırın ortasındaydım  ve çıtırık bir yer çıktı karşıma. Cenneti adninilleti... Satırın altındaki nuna bağlarken hata yapmaktan korktum ama hata yapmadım. İkinci satıra geçtiğimde Ve gıhümüsseyyiat kelimesiyle ayetleri hatırladım. Meleklerin müminler için eşleri ve zürriyetleri için dua ettiklerini anlatıyordu. 

Meleklerin duası... Melekler müminlere dua ederler. Onların duasına ermek ne büyük şeref. Duygulandım. Sesime bir hüzün indi, ağlamaktan korktum ve ağlamadım. İkibuçuk ayet sonra durdurdular. son üç kelimenin tecvitini saydırdılar. Beni iyice heyecan basmıştı. İzharı kameriyyeye idgamı kameriyye diye saçma bir şey demedim inşallah. Ayn durağı vardı, onun işlevini sormamıştı ben gene de söyledim; bir konu biter bir konu başlar dedim, tamam dediler. Kur'an'ı Kerimde kaç sekte var dediler. Hai sekte mi diğer sekteler mi dedim. Hai sekte nedir bir anlat dediler. Anlattım. Peki vacip sekteler hangileri dediler. Kıyamet suresindekini bildim diğerinde yanıldım, düzelttiler. Sonra soldaki söz aldı ve bana beş yerden ezber sordu. Sonra en sağdaki sordu. Sanırım bitmişti. Ortadaki bana komisyon başkanı gibi geldi. Sorular yeterli mi hocam diyerek latife yaptı. Siz yeterli görüyorsanız yeterlidir, dedim. Çıkabilirsiniz dediler.

 Sınav binasının içine pırıl pırıl nurlu yüzlerle süzülen hanımefendiler geliyor şimdi gözlerimin önüne.  Ne kadar güzellerdi. İnanın abartmıyorum. Ama bu güzellik Kur'an'dan kaynaklanıyordu eminim.  

Kur'an meclislerinin ve Kur'an ehlinin manevi güzelliğine tekrar şahit olmuşluğun tadı kaldı dimağımda. Bu yüzden yazdım bunları. İstedimki benimle birlikte yok olup gitmesin. Şahitliğime tanık kalsın bu satırlar ki, belki yıllar sonra tekrar okurum ve o anları tekrar anımsarım. Yoksa ben bile unutuyorum. Ama bu satırlar hep daim kalacak inşallahu Teala.


                                                                     Gülsen Nurdoğan










20 Ocak 2019 Pazar

Amcam

Ne zaman yüzüne baksam kalbim sevinçle dolardı. Hep gülerdi yüzü. Gülmek amcamda bambaşkaydı ne kahkaha diyebilirdim buna ne de tebessüm... adını koyamadığım bir gülüştü. ''anne amcan gülerken gözleri kayboluyor'' diyen kızım da onun gülüşlerinin farkını anlatmak istemişti.  

Sohbeti keder ve gamlarımı dağıtırdı. Bir müminin kalbine sevinç koymak amellerin en güzelindenmiş ya amcam bu konuda otomatiğe kurulmuş gibiydi. Onun yanında dilsiz dillenirdi, en azından bu benim için böyleydi.

Ücra küçük bir köyde otururdu. Gençliğinden beridir şoförlük yapmış, böylece bir çok yer gezmiş, yurtdışına gitmişti. Henüz elektriğin olmadığı o dönemde Irak'tan bir televizyon getirmiş, aküyle çalıştırmıştı. Tüm köy çocukları oraya toplanmış onlara bir şenlik havası yaşatmıştı. Okul bilmemiş, diploma görmemişti ama kendini geliştirip çok şey öğrenmişti. 

Babamın amcasıydı amma babamdan sadece bir kaç yaş büyük olduğundandır belki de  iyi bir arkadaşıymış. Hem babam hem amcam birlikte yaşadıkları maceralarını anlatırlardı. Rahmetli amcamın lakabı cevcet'miş. Babam bir gün demiş ki:
 Amca sana okuma yazma öğreteyimmi? Öğret, demiş. Bak Cenenee Ce, bir de Ve. Ne etti Cevv. Bir de Ce, deyince amcam anlamış tabi, babamı kovalamaya başlamış. 

Bu Kasım vefat etti. Uzun süredir kalp rahatsızlıkları vardı. Amma asıl ölüm nedeni kalp değil KOAHmış. Bir hastanenin yoğun bakım servisinde vefat etti. Hastalıktan da tedaviden de korkmazdı. Tam yedi kez anjıyo oldu. En son kalbine pil takılmıştı. Pille iki aydan  az bir süre yaşadı. Onu en son gördüğümde kalbine pil takılmıştı. Ama bu son gördüğümde o eski gülüşleri kaybolmuştu. Çok üzgün görünüyordu. Telefonla görüşmeyi yasakladı doktor dedi, kalbindeki pili göstererek.

 Soğuk bir gündü ve evinin balkonundan köyü seyreder bir vaziyette oturuyordu. İçerde duramıyorum dedi. Hiç olsun burdan geleni gideni seyrediyorum. Gelinden bir çorap istedi. Çorapları ayağına ben giydirdim. O kadar seviyordumki amcamı o zaman ayaklarını öpseydim keşke. Baban beni yoklamaya gelsin dedi. O benim yeğenim, niye beni yoklamıyor dedi. Ağlıyordu. Seni hastanede sanıyor amca. Söylerim gelir dedim. Bir kaç kez tekrar etti. Her söyleyişinde ağlıyordu. Babam ertesi günü amcamı ziyaret etti. 

Yazları köye gidiyordum. Bizim evin önünden köy yolu geçiyor. Bazan pınar suyu götürürdü evine. Çok sık geçerdi yoldan. Onunla çay içmeyi, birlikte yemek yemeyi hepimiz çok severdik. Fadıma ablayı da al gel derdik. ''Abılan gelemez, ayakları ağrıyor'' derdi. Ne kadar neşelenirdik amcam bize gelince. 

Son iki yıldır köye çok gidemedim. Bu yüzden fazla görüşemedik. Hep dua ederdim, amcam yaşasın Allahım derdim. Onunla uzuun uzun sohbet etmek isterdim. Hiç doyamamıştım sohbetlerine. Vedalaşırken derdim ki ''sen ölmeyeceksin daha amca. Seninle çok sohbet edeceğiz'' derdim. Bu ona hem teselli olsun diye  (hasta olduğu için) hem de amcama hürmetimi ifade ederdim. Amcam ve hanımı iki yaşlı komşumdu. Dünyanın en güzel komşularıydı.

Kabristanda toprağa verilişini izledim. O hayat dolu,  o yüreğimdeki keder bulutlarını dağıtan amcamın dünya yüzüne vedasını izledim. Ahirete kaldı görüşmek. Rabbim dedim, amcam benim bu köyde sığınağımdı, arkadaşımdı, canımdı, dedim. Rabbimden cennette tamamlayacağımız sohbetler istedim. Amma artık köyümün bir tarafı çöktü. Onunla birlikte babaannemi dedemi tekrar toprağa verdim. İyice öksüz kaldım. Çok özleyeceğim seni amca. Mekanın cennet olsun.

Babam amcam ve ben. Bir geceyarısı amcam kamyonuyla Gavurdağının virajlarını kıvranıyordu. Bir bozlak havası tutturmuştu. İkisinin ortasında oturuyordum ben. İki güzel insanın, babacığımın ve amcamın. Onları benden ayırma Allah'ım. Kusurlarını affeyle. Hepimizi cennetine dahil eyle.

Evinin balkonunda otururken arada karşı dağlara gözünü çevirir; şu dağda otuz kırk tane davarım kaldı derdi. Gücüm yokki gidip getireyim derdi. Dağ keçisi oldular artık tutulmazlar da derdi. 

Kalbinin hastalığına aldırış etmez fasulyelerine salatalıklarına ağaç keser getirirdi. Çalışkandı. Ölene dek çalıştı, yaşama sımsıkı sarılıydı. 



                                                        Teslime Gülsen Nurdoğan




5 Şubat 2017 Pazar

A grubundaki örnekleri incelediğimizde orada لل ََّّا lafzının üç farklı irab konumunda olduğunu görürüz. Birinci ayette لل ََّّا ismi müpteda konumunda olup merfudur. İkinci ayette ise inne ن َّ إ’nin ismi olup mansuptur. Üçüncüsünde ise lam ل harf-i cerrinden sonra gelmiş olup mecrurdur. Bu üç ayette لل ََّّا lafzının, başına gelen amillere göre merfu, mansup ve mecrûr olduğu görülmektedir. Lafza-i Celâl’in başına gelen âmil ibtidâ olunca Lafız bu âmilden etkilenerek merfû olmuştur. Bu ibtidâ âmili değişip yerine başka bir âmil, yani ismini nasb eden inne ن َّ إ gelince, Lafza-i Celâl bu âmilden etkilenerek mansûb olmuştur. Aynı şekilde âmil değişip başına geldiği ismin sonunu cerreden lam ل harf-i cerri olunca, هللا lafzı bu âmilden etkilenerek mecrûr olmuştur. Başına gelen âmillerin değişmesiyle son tarafı değişen kelimeler “mu’rab” olarak isimlendirilirler. Bu kelimeler farklı âmillerin başlarına gelmeleri durumunda tek bir hal üzere kalmazlar. İster A grubundaki ayetlerde geçen Lafza-i Celâl’de olduğu üzere irab alameti zâhir/açık olsun, ister B grubundaki ayetlerde geçen ىَ د ُ هل ْا lafzında olduğu üzere bir özür sebebiyle zâhiren görünmeyip irab alameti mukadder olsun durum aynıdır. ىَ د ُ ا ْهل lafzı birinci ayette َ اء َ ج fiilinin fâili olup fâiliyyet/fâil olmak üzere merfudur. İkinci ayette ise inne ن َّ إ’nin ismi olup onunla mansubtur. Üçüncü ayette ise ba ب harf-i cerrinden sonra gelmiş olup ba ب ile mecrurdur. Kelimenin sonu elif (elif-i maksûre ىَ ) olunca irab harekeleri elifin üzerine takdir edilir. Çünkü elif, irab harekelerini açık/zâhir bir şekilde gösterememe özrüne sahiptir. Bu durumda ىَ د ُ هل ْا kelimesinin son tarafı, başına 18 gelen değişik âmillerden etkilendiği için mu’rabtır. İrab alametleri ise özür sebebiyle mukadderdir. C grubundaki örneklere gelince, burada ُالَ ؤ َ ه ِّ ء kelimesi üç farklı irab konumunda gelmiştir. Birinci ayette ُ ْظُر ن َ ي fiilinin faili, ikinci ayette inne ن َّ إ’nin ismi ve üçüncüsünde ise lam لِّ  harf-i cerrinden sonra gelmiştir. Buna göre kelime birinci ayette merfu, ikincisinde mansub ve üçüncüsünde ise mecrûr olması gerekir. Fakat kelimenin sonu başına gelen farklı âmillere göre değişmemiş, bütün durumlarda tek bir hal üzere, yani kesra üzere kalmıştır. Tek bir hal üzere kalan ve başına gelen âmillerden açıktan etkilenmeyen kelimelere “mebnî” kelimeler denir. Bununla beraber bu tür kelimelerin son harekesinin değişmesini engelleyecek herhangi bir illetin bulunmaması gerekir. D grubundaki misallere baktığımızda oradaki ayetlerin hepsinin fiilin üç şeklini içerdiğini görürüz. Bunlar; Mazi, muzari ve emirdir. Bu grubun I. şıkkında fiiller şu şekilde gelmiştir: Birinci ayette mazi fiil ( َ َب َكت ); ikinci ayette emir fiili ( أ بْ ُ ْكت ); üçüncü ayette ise te’kîd nûnuna bitişmiş muzari fiil (ن َّ َ ر ُ ْص ن َ يَل ;(dördüncü ayette ise müenneslik nûnuna bitişmiş muzari fiil ( َ ْ ُض ْضن غ َ ve ي َ َظْن ف ْ َُي ) olarak gelmiştir. Bu tür fiiller, yani mazi, emir, te’kîd veya müenneslik nûnunun bitiştiği muzari fiiller cümlenin içindeki farklı konumlarında tek bir hal üzere kalırlar. Bu durumda fiil “mebni” olarak adlandırılır. Çünkü görünürde sonu değişmeyip tek bir hal üzere kalmaktadır. D grubunun II. şıkkına baktığımızda, birinci ayette ُ ر ُ ْص ن َ ن muzari fiilinin başında nasb ve cezm âmilleri olmadığı için merfu olarak gelmiştir. İkinci ayette َ ر ُ ْص ن َ ي fiili bir önceki ayetin başında bulunan َ ر ِّ ْف غ َ ي ِّ ل sözündeki lam harfinden sonra gizli olan نْ ile أَ mansub َ ر ِّ ْف غ َ ي fiiline atıf ile mansubtur. Üçüncü ayetteki ْ ر ُ ْص ن َ ي fiili meczumdur. Çünkü şart 19 ifade eden in نْ ِّ إ’e cevap olarak gelmiştir. Bütün bu yerlerde muzari fiile iki nundan herhangi biri, yani te’kîd nunu ile müenneslik nunu bitişmemiştir. Bu yüzden fiilin son tarafı başına gelen âmillere göre merfu, mansub ve meczum olmuştur. Bu tür fiiller murab olarak isimlendirilir. 20 KAİDELER Yukarıda yaptığımız açıklamalardan sonra şunu söyleyebiliriz: 1- İsimler, mu’rab ve mebnî olmak üzere iki çeşittir. İsimlerde asıl olan mu’rab olmalarıdır. Mebnîlik ise fer’î/ikincil bir durumdur. İsimler, harflere benzediğinden mebnî olurlar. Harfler ise sadece mebnîdirler, mu’rab olmaları söz konusu değildir. İsimlerin harflere olan bu benzerlikleri dört şekildedir: a- Vaz’î benzerlik (yapı bakımından benzerlik): Bir ismin, asıl itibariyle tek veya iki harf olarak yapılandırılmış olmasıdır. تْ ُ ُم ُت) tu daki ’ق ) harfi ile ا َ ن ْ ُم ق‘ daki nâ ( (انَ isimleri (zamirleri) gibi.17 b- Manevî benzerlik: İsmin, harflerden birinin anlamını içermesidir. Diğer bir ifadeyle ismin harfe anlam bakımından benzemesidir. Şart ve soru isimleri ile işâret isimleri gibi.18 c- İftikârî benzerlik (zorunlu ihtiyaç olması bakımından benzerlik): İsmin kendinden sonrakine, anlamının tamamlanabilmesi için devamlı surette ihtiyaç 17 Zamirler mebnîdir, çünkü yapı bakımından harflere benzerdirler. Çoğu bir veya iki harf üzerine yapılandırılmışlardır. Daha fazla harfli olan zamirler, benzerlerine hamledilerek mebnî olmuşlardır. İsimlerden bir veya iki harf üzerine yapılandırılanlar, harfe benzemelerinden dolayı mebnîdirler. Fakat دَي ve مَ د gibi isimler mu’rabtır. Çünkü bu isimlerin aslı üç harf olup َدَي ي ve و مَ .şeklindedir دَ 18 Bu isimlerin içerdiği mananın harfler tarafından ifade edilmesi gerekirdi. Şart isimleri şart harfine )نْ ِ )إ benzetilmiş; soru isimleri ise soru harfine (hemzeأ) benzetilmiş ve işaret isimleri de var olmayan bir harfe benzetilmiştir. İşâret harfi vazedilmesi gereken bir harfti, fakat vazedilmemiştir. İşaret isimleri bu vazedilmemiş harfin anlamını içerdiklerinden bu harfe benzetilerek mebnî olmuşlardır. Burada ي أ kelimesini hariç tutmak gerekir. Çünkü bu kelime ister şart ister soru ismi olsun mu’rabtır. Bunun ي nedeni أ kelimesinin harfe olan benzerliğinin zayıf olup isimlerin özelliklerinden olan izâfete yakın olmasıdır. 21 duymasıdır. İsm-i mevsuller ile cümleye zorunlu olarak muzâf olan ذْ ن ُ , م َ ْ ُث ve إذا ي َ ح zarfları gibi.19 d- İsti’mâlî benzerlik (kullanım bakımından benzerlik): İsti’mâlî benzerlik sebebiyle mebnî olan isimler iki çeşittir. a- Amel eden harfe benzeyen isimler: İsim fiiller gibi.20 b- Amel etmeyen/âtıl harflere benzeyen isimler: Ses isimleri gibi.21 Harflere benzemeyen isimler mu’rabtır. Bu da iki çeşittir: a- Lafza-i Celâl’de olduğu üzere irabı zâhir olan isimler. b- İrabı açık olmayan, yani ىَ د ُ هل ْا lafzında olduğu üzere irabı takdiri olan isimler. 2- Fiiller mebnî ve mu’rab olmak üzere iki çeşittir. Fiillerde esas olan mebnîliktir. Mebnî olan fiiller; mazi, emir ve kendisine te’kîd nunu ile müenneslik nunu bitişmiş muzari fiillerdir. Mu’rab olan fiiller ise bu iki nunun bitişmediği muzari fiillerdir. 3- İ’râb: Âmilin, kelimenin sonuna bıraktığı zâhir/açık veya mukadder etkidir. Binâ: Kelimenin son tarafının tek bir hal üzere kalmasıdır. 19 İsm-i mevsuller, anlamlarının tamamlanabilmesi için her halü karda sılaya ihtiyaç duyduklarınd

FELSEFE TARİHİ

FELSEFE TARİHİ 1. ÜNİTE ÖZETİ

Felsefenin tanımı: felsefe, ‘varlıklar, olaylar, olgular, şeyler vs. hakkında akli, tutarlı ve bütüncül bir şekilde düşünme etkinliği’dir. . Bu tanıma önyargısız olması, nesnel olması, çözümleyici olması, eleştirel olması, şüpheci olması gibi eklemeler yapılabilir.

Felsefeyi doğuran, merak ve hayrettir. Bu yetilerini ömür boyu sürdürenler filozof kalırlar.

B. Felsefenin başlangıcı

felsefeyi Sümerlere kadar dayandıran görüşlere rastlamaktayız. Ayrıca Çin’de, Hindistan’da ve İran’da felsefi
düşünüşün gelişmiş örneklerine de rastlamaktayız. Çin’de Konfüçyüs, Hindistan’da Buda ve İran’da Zerdüşt bu anlamda akla ilk gelen düşünürlerdir. Bu düşünürler, içinde yaşadıkları toplumların inanış ve kültürleri ile yetinmeyerek yeni arayışlara girmiş ve günümüze ulaşan farklı düşünceler ortaya koymuşlardır. Ancak felsefeyi m.ö. 5-6.yüzyıllardaki Antik Yunan uygarlığına dayandırmak ve bir Yunan mucizesinden sözetmek son derece yaygın bir iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iddiaya göre felsefe MÖ. 6. Yüzyılda yaşayan Tales (624-546) ile başlamıştır. Oysa Tales ile yukarıda andığımız Doğu bilgeleri yaklaşık aynı çağda yaşamışlardır. Öyleyse bir Yunan mucizesine şüphe ile yaklaşmak gerektiğini söyleyebiliriz.

Yunanlıların bilim ve felsefedeki pek çok öğeyi kendilerinden önceki kültürlere borçlu olduğu bilinmektedir. Tıp, astronomi, alfabe, geometri konularında Mısır, Babil ve Fenike uygarlıklarından büyük oranda etkilenmişler ve bu medeniyetlerin mirasını Antik Yunan’a taşımışlardır. Ancak Yunanlı bilge veya filozofları öncekilerden ayıran son derece önemli bir faktörden söz edilebilir. Önceki uygarlıklar bilim yaparken ihtiyaçları dikkate alıyorlardı. Örneğin Mısırlılar geometri konusunda çok ileri olmalarına rağmen bu uğraşı sadece muhtaç oldukları oranda yapıyorlardı. Nil taşkınları konusunda sıkıntı çeken Mısırlılar geometriye muhtaçtılar ve bu ihtiyaca yönelik bir geometri geliştirmişlerdir. Fakat Yunan bilgeleri bu tür insani ihtiyaçlardan bağımsız bir şekilde, sadece bilmek kaygısını güdüyorlardı. Onların gözünde söz konusu bilimin pratikte işe yarayıp yaramadığının bir önemi yoktu. Yunan bilgelerini ayırt edici kılan diğer bir nitelik ise tüm bildiklerini sistemleştirme yoluna gitmeleridir. Babilliler’in astronomisi ile mısırlıların geometrisi Yunanlıların elinde derli toplu, sistemli bir yapıya bürünmüştür. Yunan bilgeleri doğada gözlemledikleri çokluğun altında yatan bir ve tek ilke arayışına girmişler, olayları tek tek açıklamakla yetinmemişlerdir. Diğer bir fark,
Yunanlıların bir düşünce-bilim geleneği yaratmış olmaları ve bunu yazıya geçirmiş olmalarıdır. Antik doğuda çarpıcı düşünürler olsa da onları izleyen bir gelenekten söz etmek güçtür. Üstelik yazılı bir gelenek oluşturmadıkları için onlardan bize kalan çok fazla yazın yoktur. Bu nedenle onlar hakkında fazla şey bilmemekteyiz. Bu ayırt edici nitelikler Yunanlıları felsefe-bilim tarihinde öne çıkarmış ve bir tür Yunan mucizesinden söz edilmesine neden olmuştur. Ancak Antik Yunan filozofları incelendiğinde her birinin kendisinden öncekilerden nasıl etkilendiği görülecektir. Hiçbirisi durduk yere çıkıp yepyeni şeyler söylememiştir. Bu durumda, ilk filozof sayılan Tales ve onu hazırlayan şartlar için de benzer bir durumun geçerli olduğunu kabul etmek durumundayız.


C. Antik Doğu Felsefesi

C.1. Buda
Gerçek adı Siddhartha Gautama (MÖ 563 545) olan Buda Hindistan’da yaşamıştır. Bu arayış sonucunda bir gün bilgi ağacının altında aydınlanarak gerçeği kavradı. Kendisine ‘aydınlanmış’, ‘uyanmış’ anlamında Buda adı bu yüzden verilmiştir. Bu aydınlanışa göre insanı mutlu kılacak olan şey, aşırılıklardan uzak bir ‘orta yol’ tutturmaktır. Bu orta yol, beşeri acılardan kurtulmak için dünyevi gerçekliklerin, arzuların ötesine gitmeyi öğütlüyordu.

C.2. Konfüçyüs(MÖ 551 479)
Çin’de yaşayan Konfüçyüs bir devlet adamıdır. Onun felsefesi toplumsal ve politik meseleler, doğru ve adil yönetim, aile ve toplum değerleri gibi meselelerden oluşmuştur. Konfüçyüs bir tür ‘üstün insan’dan söz eder. Onun zamanına kadar ideal insan bir tür aristokrat idi. oysa Konfüçyüs ideal insanın bilge, güçlü, cesur olması gerektiğini, çıkarların değil doğruluk ve adaletin yönlendirdiği bir kişi olduğunu söyler.
Konfüçyüs batılı düşünür ve filozofların aksine ne metafizik konularla ne de doğa bilimleriyle ilgilenmiştir. Tanrı ve tanrıçalardan söz etmemiş, insanlığın nihai doğasına değinmemiştir. Onun bütün kaygısı toplum, aile ve bireydir. Konfüçyüs’e göre tek başına yaşayan bireyin hiçbir kıymeti yoktur

Konfüçyüs, bireyin yaşantısında izleyeceği yol ile ilgili olarak da, tıpkı Buda'da olduğu gibi, bir ‘orta yol’ öğretisinden söz eder. Ancak onun orta yolu ile Buda'nın orta yolunun aynı şeyler olduğunu söylemek son derece güçtür.


C.3. Lao-Tzu/Lao-Tse
MÖ. 6. yüzyılda Çin’de yaşamıştır. Onun Tales ile çağdaş olduğu kabul edilir. Konfüçyüs’ün aksine Tao, bireye vurgu yapar. Tao’ya göre asıl olan bireydir. Devlet, toplumdaki her bireyin refahı ve mutluluğu için çalışmalı, bireyin gelişimi için gereken her şeyi yapmalıdır. Konfüçyüs’e göre bireyin hayatında yer tutmaması gereken doğal arzular ve dürtüler, Tao’ya göre kötü şeyler değildir. Tao, insanların doğuştan iyi olduğuna sonradan değişip kötü kişiler olduklarını düşünür. Konfüçyüs iyi bireyin toplumla iyi geçinen kişi olduğunu söylerken Tao, iyi bireyin doğayla uyum içinde olan kişi olduğunu söyler.Tao’nun düşünceleri bu gün Taoizm diye bilinmektedir.

Konfüçyüs, birey toplum içindir derken Lao-Tzu, toplum birey içindir, der. Konfüçyüs doğal arzu ve dürtüleri kötülerken Tao, bunlar normal kaşılar.



C.4. Zerdüşt (MÖ 628 551)
Zerdüşt, daha önce andığımız düşünürlerin hepsinden daha önce, İran’da yaşamıştır. Bu düşünürlerin birey ve toplum üzerine ileri sürdükleri düşüncelere karşılık
o, ilahi gerçeklik ve ‘kötülük problemi’ konusunda son derece geniş kapsamlı görüşler ileri sürmüştür. Ahlaki bir tektanrıcılık savunuculuğu yapan Zerdüşt’ün Yahudilikten, eski Mısır ve Hint inançlarından etkilendiği kabul edilmektedir. Zerdüşt’ün andığı pek çok Tanrı varsa da o, tanrıların en kudretlisi olan Ahura Mazda’yı hepsinden üstün tutar

Ona göre Ahura Mazda kötülük anlamına gelen mutlak karanlığın tam karşısında olup, iyilikten yanaydı. Zerdüşt, insanların hem iyilik hem de kötülükle dünyaya geldiğini ve bu ikisi arasındaki mücadelenin onların hayatını anlamlandırdığını düşünmekteydi.

D. Antik Batı Felsefesi
D.1. Milet Okulu
İyonya Okulu olarak da bilinen Milet Okulu, Batı Anadolu kıyılarında İzmir’in güneyindeki Milet şehrinde ortaya çıkmıştır. Milet İyonya bölgesinin en gelişmiş şehri ydi. Milet Okulu’nun en çok bilinen üç filozofu aynı zamanda doğa filozofları olarak da bilinler: Tales, Anaksimandros ve Anaksimenes
D.1.1. Tales (MÖ 624 546)
Milet Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilmektedir. Aynı zamanda Yedi bilgeden birisi olduğu kabul edilmektedir. Bazı kaynaklara göre aslen Fenikeli olup daha sonra Milet’e yerleşmiştir. Tales bir fizik, matematik ve astronomi bilginidir.Bir güneş tutulmasını önceden haber vermiş ve çeşitli geometri teoremleri üretmiştir. Çok bilgili olduğu için kendisine sofos ünvanı verilen ilk kişidir.

Varlığın ana maddesinin (arche/arke) su olduğunu iddia eden Tales bu iddiasıyla düşünce dünyasında ilk defa ‘ana madde’ sorununa değinmiştir.

Onu ilk kılan niteliklerden bir tanesi ddüşüncelerini ortaya koyarken teolojik-mitolojik açıklamaları bir kenara koyarak kendi gözlemlerine dayanması ve vardığı sonuçları akli bir şekilde açıklamasıdır.


Tales doğadaki çokluğu gözlemlemiş ve bu çokluğun durmaksızın değiştiğini,farklılaştığını görmüştür. Bazı varlıklar bir takım değişimler geçirdikten sonra yok olup gidiyorlardı. Ona göre tüm bu farklılığın, değişimin ve dönüşümün ardında duran bir ilke olmalıydı. Bu ilke ve aynı zamanda varlıkların ana maddesi Tales’e göre ‘su’ idi. Her şey sudan gelip suya gitmekteydi.

Bu görüşüyle varlığın ardındaki ilkeyi açıklama sorununu felsefe tarihine kazandırmış ve kendisinden sonra yüzyıllarca sürecek bir tartışmayı başlatmıştır.

D.1.2. Anaximandros (610-545)
Tales’in öğrencisidir Tales’in ortaya attığı ana madde konusu hakkında o da düşünmüştür. O da Tales gibi tüm şeylerin bir tek ana maddeden geldiğini kabul etmiş ancak bu maddenin ne olduğu ve
nitelikleri konusunda onu aşmıştır. Anaximandros’a göre ana madde su veya diğer maddi şeylerden biri olamazdı. Ana madde öncelikle, ezeli ve ebedi, yani sonsuz olmalı ve diğer tüm maddi şeylere kaynaklık etmeliydi. Oysa su nemli, ateş sıcak, hava soğuk, toprak ise kurudur. Bu maddeler birbiriyle karşıtlık içindeler.

Onlardan herhangi bir tanesi ana madde olsa diğerlerini ortadan kaldırırdı. Öyleyse ana madde bu evrensel çatışmadan uzak olmalıydı. Anaximandros bu öncesiz ve sonrasız ana maddeye sonsuz anlamına gelen aperion adını vermiştir.
Anaximandros’u önemli kılan bir diğer konu onun bilimsel-felsefi düşüncelerini yazıya dökmüş olması ve düşünsel tarihte yazılı geleneği başlatmış olmasıdır. Onun felsefi düşüncelerin yanında pek çok bilimsel çalışmasından da söz edilebilir. Örneğin, Karadeniz’e açılan denizciler için ilk defa bir harita yaptığı nakledilmektedir. İlk güneş saatini tasarlamış ve dünyanın silindirik bir biçimde olduğunu düşünmüştür. Ayrıca insan dâhil tüm canlıların önce denizde yaşadığını ve daha sonra karaya çıktığını söyleyerek bir tür evrim teorisi de ortaya atmıştır.

D.1.3. Anaximenes (MÖ 585 525)
Hayatıyla ilgili bilinen fazlaca bir şey yoktur. Ancak Anaximandros’tan sonra yaşadığı bilinmektedir. Ana madde tartışmasını o da sürdürmüş ancak bu konuda Anaximandros’u aşacak bir şeyler ortaya koyamamıştır. Ana maddenin hava olduğunu söyleyerek bir bakıma Tales’e geri dönmüştür.


Anaximenes ilk defa ruh kavramını felsefeye kazandırmıştır. Ona göre bizim ruhumuz bizi canlı kılan, ayakta tutan ve onu dağılmaktan kurtaran şeydir. Bu şey hava ve havanın faaliyetidir. Tıpkı bunun gibi hava, evreni de ayakta tutmakta, onu sarıp sarmalamakta ve onu dağılıp yok olmaktan kurtarmaktadır.
Anaximenes Milet Okulu’nun son filozofudur. Onunla birlikte ve ondan sonra İyonya doğa felsefesi Milet’in sınırlarını aşmıştır. Aristoteles bu üç filozofu fizikçiler olarak nitelemiştir. Onların önemi başardıklarından çok yapmaya çalıştıkları şeyden kaynaklanır. Cevaplardan çok sordukları sorular önemlidir. Onlar, mitosu terk ederek olayların açıklamasında deney ve gözleme başvuran ilk yunan filozoflarıdır. Doğayı, onun kaynağını, ondaki değişimleri, dünyanın şekli ve çeşitli astronomik olaylarla ilgilenmişler, çeşitli bilimsel teoriler üretmişlerdir. İnsan ve insanla ilgili konularla ise ilgilenmemişlerdir.
D.2. Pythagoras (Fisagor) (580-500) ve Pythagorasçılar

Sisam adasında doğup gençliğinde Güney İtalya’ya yerleşmiş olan Güney İtalya’ya yerleşmiş olan Pythagoras,yarı efsanevi bir kişiliktir. Hiçbir şey yazmadığı halde ona mal edilen birçok eser vardır. Ancak bu eserlerin miladi birinci yy.da Yeni Pythagorasçılar tarafından yazıldığı kabul edilmektedir. Onlar bu eserleri Pythagoras’ın ruhundan ilham alarak yazdıklarını söylüyorlardı. Pythagoras bir tarikat kurucusu ve aynı zamanda din düzelticisidir. Aslında onun kurduğu şeyin bir tarikat mı yoksa bir din mi olduğu da tartışılabilir. Tarikat, Orfik/orphic inançların ve Dionysos okulunun etkisinde kaldığı gibi bu inançlarda düzeltmeler de yapmıştır. Bu tarikatın inançları arasında en çok anılmaya değer olanı tenasüh inancıdır. Bu inanca göre ruh, ölümden sonra yeni bir bedene girerek dünyaya geri döner. Önceki hayatında işlediği suçlara veya edindiği erdemlere göre ölümden sonra yeni bir şekle girer.

Pythagorasçılar, varlıkları anlamak için onların altındaki matematiksel esasları anlamak gerektiğini düşünüyorlardı. Evrenin belli ilkelere göre anlaşılabilir bir yapı olduğunu varsaydığı için, bu görüşleri, bilim tarihi açısından önemlidir.

Pythagorasçılar matematik, astronomi, tıp ve müzik ile ilgilenmişlerdir. Pythagoras’ın adını taşıyan bir geometri teoremi(Pisagor teoremi) bu gün hala kullanılmaktadır. İrrasyonel sayıları bulan Pythagorasçılar aynı zamanda müzik ile sayılar arasındaki ilişkiyi de fark etmişler ve bu konularda da çalışmalar yapmışlardır. Sayılar üzerine yaptıkları uğraşlar en sonunda onların her şeyin ana maddesini sayı olarak ortaya koymalarına yol açmıştır. Böylece ana madde tartışmasında somut bir madde yerine soyut bir nesneyi kabul etmişlerdir. Bununla ilişkili olarak onlar tüm dünyanın ve evrenin matematiksel bir yapı olduğunu düşünmüşlerdir. Buna göre varlıkları ve olguları anlamak için onların temelinde bulunan matematik esasları anlamak gerekiyordu. Bu ilke, bilgiyi matematik düşünceye indirgemek olarak anlaşılabilir. Ancak evrenin belli ilkelere göre anlaşılabilir bir yapı olduğu varsayımını içerdiğinden önemli bir bilimsel yaklaşım olarak görülebilir.

D.3. Bağımsız Filozoflar
D.3.1 Xenophanes (Ksenofanes) (570-480)
Pythagoras’ın çağdaşı olup tıpkı onun gibi Batı Anadolu kıyılarında doğmuş ve İranlıların istilası nedeniyle İtalya’ya göç etmiştir. Hayatının sonlarında Elea şehrine yerleşmiştir. Aynı zamanda bir şair olan Xenophanes, ‘tabiat hakkında’ adlı eserini manzum olarak yazmıştır. Tıpkı Pythagoras gibi dinsel konularla ilgilenmiştir. O, öncelikle o zamanların din anlayışını belirleyen Homeros ve Hesiodos’u eleştirir.


Xenophanes, insan biçimli Tanrı anlayışına karşı çıkarak kendinden önceki dini inançları eleştirmiştir

Xenophanes’e göre Tanrı, insanların kendisine yakıştırdığı bu tür insani niteliklerden uzaktır. Tanrı birdir, hareketsiz ve sonsuzdur. Ne doğar ne ölür, ne de değişir. Hareket etmeyip, değişmediği halde dünyadaki tüm hareket ve değişimi yönetir, her şeyi duyar ve görür. Xenophanes, başka tanrıları da kabul etmekte ancak tüm tanrıların üstünde bir yüce Tanrı koyar. Bu nedenle o, tam anlamıyla bir tektanrıcı(monoteist) sayılmaz.

D.3.2. Herakleitos(Heraklit) (576-480)
Efesli bir filozoftur. Antik çağın ilk gerçek felsefi tartışmasını Parmenides ile yapmıştır. ‘Tabiat hakkında’ adlı eseri üç bölümden oluşur: Fizik, teoloji, politika. Eserlerinde halkı küçük gördüğüne dair bazı ipuçları vardır. O, eserlerini halk için değil, kendisi gibi aristokrat olan insanlar için yazmıştır. Yazdığı eserlerin herkes tarafından anlaşılmasını istemezdi. Bu nedenle de onları kasıtlı olarak açık olmayan, güç anlaşılır bir tarzda yazardı. Bu yüzden kendisine ‘Karanlık Herakleitos’ denirdi. Herakleitos, evrendeki değişmeden çarpıcı bir şekilde söz eden ve bu konuda önemli görüşleri dile getiren ilk filozoftur. Bu konudaki meşhur sözü ‘bir nehirde iki kere yıkanılmaz’ şeklindedir. Çünkü şimdi gördüğümüz nehir az önce gördüğümüz nehir değildir. Evrenin tamamının tıpkı akan bir nehir gibi olduğunu düşünen Herakleitos, onun sürekli bir akış ve değişim içinde olduğunu söyler

Herakleitos’un iki farklı evren görüşünün önemi, gerçek evrenin akıl ile anlaşılabileceğini söylemesindedir.

Herakleitos evrendeki değişimi bir tür zıtlar mücadelesi olarak görür. Her şey kendi zıddına dönmeye çalışır. Tüm nesneler bu zıtlar mücadelesinin eseridir. Ancak evrendeki değişimden muaf olan, aynı kalan ve değişimi, yani aslında oluşu idare eden bir tek şey vardır. Bu şey, evrenin tüm işleyişine hâkim olan yasadır. Herakleitos bu yasaya ‘logos’ adını verir. Logos, bağlantılı söz ya da akıl anlamına gelir. Herakleitos bu anlayışı ile evrendeki tüm değişim ve dönüşüme rağmen bir düzenin hâkim olduğunu kabul etmektedir. Ona göre evrende hiçbir şey yok olmaz. Her şey başka bir biçimde yeni baştan ortaya çıkar.
Herakleitos logos ile aslında Tanrı’yı kasteder. Tanrı, evrenin içinde bulunan, evreni düzenleyen ve idare eden ilkenin yani logos’un kendisidir. Logos aynı zamanda ateştir. Bu görüşüyle Herakleitos ana madde tartışmasını sürdürerek ana maddenin ateş olduğunu söylemiştir. Ona göre, her şey ateşten çıkmıştır ve ateşe dönecektir. Her nesne ateşin çeşitli biçimlere girmesiyle oluşur. Örneğin ateşin sıkışıp sertleşmesinden toprak, toprağın gevşeyip erimesinden su oluşur. Ateş aynı zamanda dünyanın ruhu olup dünyadaki her şeyin içine işlemiştir. Bireysel ruhlar dünyanın ruhu olan ateşten birer parçadırlar. Geçici bir süre için ateşten kopan bu ruhlar, günün birinde insan ölünce, tekrar sonsuz ateşe kavuşacaklardır. Herakleitos, evrendeki her şeyi düzenleyen Tanrıyı aynı zamanda evrenin de içinde kabul ettiği için monoteist panteist sayılır.

Herakleitosun önemli düşüncelerinden birisi de iki farklı evreni kabul etmiş olmasıdır. Buna göre dünya, I. Görünüşler dünyası II. Gerçeklik dünyası olarak ikiye ayrılır. Görünüşler dünyası duyularımızla algıladığımız âlemdir.

D.4. Elea Okulu
Elea okulunun kurucusu Xenophanes’in öğrencisi Parmenides’tir.Elea okulu Herakleitos’un rasyonalizmini sürdürür. Herakleitos iki ayrı dünya anlayışında, doğayı sadece gözleyerek elde edilen bilgiye şüpheyle yaklaşmak gerektiğini de söylemek istiyordu. Bu düşünceyi miras alan Elea Okulu varlık üzerine daha çok düşünme yoluna gitmiştir. Varlığın ancak akılla anlaşılabileceği düşüncesi Elea Okulun’da zirve yapmıştır.Parmenides’e göre var olmayan düşünülemez, kavramlarla ifade edilemez.
D.4.1 Parmenides (540-450)
Antik Yunan Felsefesinde bir dönüm noktası olan Parmenides, felsefenin kendisinden sonraki seyrini baştan aşağı değiştirmiştir. Aristoteles ve Platon ondan övgüyle söz ederler. Ortaya koyduğu görüşlerle sadece Parmenides’e göre var olmayan düşünülemez, kavramlarla ifade edilemez.
Yunan felsefesini değil, yüzyıllar sonrasını bile etkilemeyi başarmıştır. Ayrıca yazdıkları günümüze en çok ulaşan antik Yunan filozofudur. Eserlerini manzum olarak yazmıştır.

Parmenidese göre gerçek olan şey, varlığın bir olduğu ve var olduğudur. ‘Varlık vardır ve var olmayan şey yoktur’ sözü, onun tüm düşüncesinin temelini oluşturur. Düşünce ile varlığın aynı şey olduğunu düşünen Parmenides’e göre var olmayan şey, ne düşünülebilir ne de kavramlarla ifade edilebilir. Dolayısıyla, doğru düşünmek, çelişkisiz düşünmek esasen var olanı düşünmektir. Var olmayanı düşünmek bir çelişkidir. Varlık yokluktan çıkmadığı gibi, yok olan bir şey var olamaz. Değişim ve dönüşüm tamamen çelişkili şeylerdir. Parmenides’e göre her şeyin tek bir ana maddeden geldiğini, ondan değişerek ve dönüşerek oluştuğunu söyleyen İyonyalı filozoflar bu tür bir çelişkiye düşmüşlerdir. Varlık özü itibariyle bir ve tektir. Ne değişir ne de dönüşür.

Parmenides evren görüşünde Herakleitos’a muhalefet etse de onun rasyonalizmini sonuna kadar sürdürmüş ve varlık hakkındaki görüşünü tamamen akli temellere dayandıran ilk düşünür olmuştur.

D.4.2. Zenon (490-430)
Parmenides’in öğrencisi olan Zenon Elea Okulu’nun ikinci filozofudur. O, yeni bir öğreti geliştirmek yerine hocasının görüşlerini, yani varlığın birliğini, hareketsizliğini savunmak üzere mantıksal kanıtlar geliştirmiştir. Geliştirdiği kanıtların bir kısmı harekete bir kısmı da çokluğa karşıdır. Bu kanıtlar felsefe tarihinde Zenon paradoksları olarak bilinirler.

Saçmalığa indirgeme yöntemi olarak bilinen bu yöntemi ilk defa Zenon bulmuştur.

Zenon’un geliştirdiği kanıtlardan çokluğa ve harekete karşı olmak üzere iki grup altında toplanabilir. Çokluğa karşı geliştirdiği kanıtlardan bir tanesi evrenin çokluk değil de birlik olduğunu göstermeye çalışır.

Bu şeyi bir şeye eklemekle ondan hiçbir şey arttıramayız. Çıkarmakla da hiçbir şey eksiltemeyiz. Zenon bu akıl yürütme ile çokluğun ve bölünmenin bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını göstermek ister. Harekete karşı geliştirdiği kanıtlardan birisi Aschylos (Aşil) ile kaplumbağa arasındaki yarıştır. Aşil Yunanistan’ın en hızlı koşucusudur. Onun bir kaplumbağa ile yarıştığını düşünelim. Ancak kaplumbağaya biraz avans vererek on metre önden başlatıyoruz. Aşil, yarışa önde başlayan kaplumbağaya yetişmek için öncelikle
kaplumbağanın yarışa başladığı yere ulaşmak zorundadır. Ancak kaplumbağa bu sırada biraz yol almış olacaktır. Aşil bu sefer tekrar kaplumbağanın bu sürede aldığı mesafeyi geçmek zorundadır. Fakat kaplumbağa bu süre içinde yine bir miktar yol alır. Eğer muhaliflerin dediği gibi, bir doğru sonsuz sayıda noktalardan oluşuyorsa Aşil ile kaplumbağa arasındaki mesafe hiçbir zaman kapanmayacaktır. Oysa gerçek gözlemler Aşil’in kaplumbağayı hemen geçtiğini göstermektedir. Örneklerden de anlaşıldığı üzere Zenon hareket ve çokluk iddiasının nasıl gülünç, komik ve saçma sonuçlara ulaştırdığını göstermeye çalışır. Bu kanıtlar görünüşler dünyasının nasıl aldatıcı olduğunu da göstermeye yöneliktir. Oysa Zenon ve hocası Parmenides’e göre aslında gerçeklik dünyası sabittir. Her şey bize sadece öyleymiş gibi görünür.
Elea Okulu ortaya koyduğu görüşlerle kendilerinden sonraki dönem üzerinde derin etkiler bırakmışlardır. Ancak görünüşler dünyasını tamamen bir yanılsama olarak görmekle doğa araştırmaları açısından olumsuz bir çığır açmışlardır. Elea Okulu’nun tekçi anlayışına karşı çıkan bazı filozoflar aynı zamanda doğa araştırmalarındaki olumsuz etkiyi de yıkmaya çalışmışlardır. Bunlar, plüralist filozoflar olarak anılmaktadırlar.

Yedi Bilge:

Antik Yunan dünyasında yaşamış, bilgece sözleriyle topluma yön vermiş düşünürlerdir. Kim oldukları tam olarak bilinmediği gibi aslında sayıları da tartışmalıdır. Çeşitli kaynaklarda geçen yedi tanesi şunlardır: Rodos’lu Kleobulos, Atina’lı Solon, Isparta’lı Khilon, Lesbos’lu Pittakos, Pirine’li Bias, Korinthos’lu Periandros, Milet’li Thales

Hazırlayan GÜLSEN nURDOĞAN




27 Ocak 2017 Cuma

Nouman Ali Khan diye birini tanıdım

Bu günlerde Nouman Ali Khan dinliyorum. Nouman Ali Pakistan'lı bir İslam alimi. Bir Arapça öğretmeni. Pakistan'lı fakat Almanya'da doğmuş Amerika'da yaşıyor. Konuşmalarını ingilizce yapıyor. 

Türkçe alt yazılı videolarını dinledim. Nouman Ali, Kur'an üzerinde tefsir çalışmaları da yapıyor. Fakat onun en muhteşem özelliği çalışmalarını sosyal medyada birebir olarak sunuyor olması. Vaazlarında çok canlı ve dinamik. İngilizceyi çok güzel kullanıyor. Yarım kalan ingilizcemi Nouman Ali Khan dinleyerek geliştirmeyi dahi düşünüyorum. Acaip nüktedan biri. Kıvrak zekasını ve muhteşem dilini Kur'an'la terbiye ediyor. Bu özelliği Nouman Ali'yi fevkalade kılıyor. 

Ayet ve hadisleri keyifle dinlediğim ilk kişi rahmetli Es'ad Coşan'dı. Es'ad Coşan'dan sonra Nouman Ali Khan bellek ve dimağımı alt üst etti. Türkçe alt yazıyla bile konuşmaları bu kadar etkileyiciyken İngilizce olarak nasıl etkileyicidir. 

Allah ondan razı olsun. Selamet versin. Allah ilmini bereketlendirsin. 

Nouman Ali Khan Amerika'da Beyyine Akademisinin kurucusu. 2005 te kurduğu bu akademide bir çok genç yetiştirmiş. Royal İslamic Strategic Studies center tarafından dünyadaki en etkili 500 müslümandan biri seçilmiş. 


30 Mayıs 2016 Pazartesi

MÜRŞİDİM VE BEN

Önce mürşid kimdir onun tanımını yapalım.İnternetten aldığım bir tanım: İrşad eden doğru yolu gösteren kılavuz; tarikat şeyhi, gafletten uyandıran.(Rüşd'den) irşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber varisi kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.

Rahmetli hocam Es'ad Coşan tanıdığım ilk mürşid-i kamildir. Hocamın adını duyana kadar yeryüzünde bir mürşid olduğunu bilmiyordum. Bu tanışma şöyle oldu:

Öncelikle yaşantımın başlangıcına doğru gitmem gerekir. Ben oldukça ücra bir köyde doğdum. Babaannem bana Resulullah aleyhisselamı ve Allah'ı anlatan ilk kişidir. Sonra köyümüzde okul olmamasından dolayı okuduğum yatılı ilköğretim bölge okulundan Din Kültürü derslerinde öğrendiklerim, Edebiyat derslerindeki Yunus Emre'nın şiirleriyle, bir dini kültür oluşturdum. Bulduğum hadis ve siyer kitapları, takvim arkası yazıları hasılı Islam adına ne bulduysam attım dağarcığıma.

Evet Allah'ı anıyordum, arada sırada namaz kılsam da duayı çok yapıyordum. En huzurlu olduğum anlar Allah'ın bana çok yakın olduğunu hissettiğim anlardı. Fakat bunlar anlık şeylerdi ve ben bu anlık şeylerin hayatımın her saniyesinde olmasını istiyordum.

Okuduğum dini kitaplar: ''Huzur İslamda'' diyordu. Ben de İslamı külliyen öğreniyordum bu yüzden. Amma işte o huzur yoktu. Hatta büyük bunalımlar yaşıyordum. Her geçen gün huzurumun artmasını beklerken her geçen gün daha da çıkmaza giriyordum.

Çocuklarım küçüktü. Bu yüzden sosyal aktivitem yok denecek kadar azdı. Arada sırada çocukluğumun ve okul yıllarımın aktifliğini hatırlayarak üzülüyordum. Ben, böyle, dağ başında bir evde üç dört çocukla hayattan uzak yaşayacak biri değildim amma vardır Allah'ın bir bildiği tesellileriyle avunuyordum.

Kafamı karıncalandıran sorum ise madem huzur İslam'daysa İslamı iciğine ciciğine kadar  öğrenen ben, neden huzur bulamıyordum?

Bir gün dergi niteliğinde küçük bir kitapta şu yazıyla karşılaştım: ''Kişi mürşidini Allah'tan istemelidir? Yoksa ebediyyen mürşid ona gelmez.''

Kafamda şimşekler çaktı. Ben sahiden hiç mürşidimi istemedim Allah'tan. Kitap, mürşidi Allah'tan nasıl istememiz gerektiğini de açıklıyordu. Bunun için halis bir niyyet, güzel bir abdest ve dört rekatlık bir hacet namazı kılmak gerekiyordu. Çocukluğumdan beridir gönlüme yoldaş olan Yunus Emre'nin şiiri de bu hakikatı açıklıyordu. ''Doğruya varmayınca, Mürşide ermeyince, Hak nasip etmeyince, Sen derviş olamazsın''

Kitap kim bunları yapar da Allah'tan mürşidini isterse Allah ona mürşidini muhakkak gönderir diye yazıyordu. Çok heyecanlanmıştım. Hemen abdest alıp dört rekatlık namaz kıldım. Ellerimi açtım: Ya Rabbi dedim, kimse benim mürşidim yolla. Çünkü ben çok yoruldum. Henüz ellerimi indirmemiştim; Peygamberimiz aleyhisselamın nasihatını hatırlaım- Allah'tan bir şey isteyeceğiniz zaman en iyisini isteyin- ben de öyle yaptım, Yarabbi dedim senin yanında en kıymetli mürşid kimse beni ona ihvan eyle dedim. Mürşidler içinde dünyada ve ahirette en kıymetlisi bana göndereceğin mürşid olsun dedim. Sonra çocukluğumdan beridir edegeldiğim bir duam vardı; Peygamber aleyhisselamın evlatlarından birini tanımak, o mürşid aynı zamanda Peygamber aleyhisselamın evlatlarından olsun dedim. Öyle çok istedim ki Allah'tan öyle candan istedim ki...

Okuduğum kitap bunlar yapıldığı takdirde o mürşidin gelip beni bulacağını söylüyordu. Artık yol bekliyordum. Kimse kimdi benim mürşidim amma gelecekti ve muhakkak beni bulacaktı. Onun beni bulması için hiç bir çaba harcamıyordum artık. Hepsini Allaha ısmarlamıştım, O Kadir-i mutlak bana mürşidimi gönderecekti.

Birkaç güne bir gittiğim bir aile vardı. Eşimin akrabalarından olan bu ailenin İmam Hatip lisesine giden iki kızı vardı. Ben bunlarla sohbet etmeyi seviyordum. Benim ve çocuklarımın nazını da çekiyorlardı. Onlarla Allah ve Rasulu aleyhisselamı konuşurduk. Bu güne kadar öğrendiğim tüm İslami bilgileri bunlarla irdeliyor kendime yoldaşlar bulduğum için ayrıca mutlu oluyordum.

Kıldığım namazdan bir hafta kadar sonraydı. Gene onlara gitmiştim. Konya Selçuk Üniversitesinde okuyan bir kardeşleri vardı kızların. Yaşça benden küçüktü. Gülsen yenge dedi. Biz bir hocaefendiye intisab eyledik. Eğer istersen sen de intisab eyle. Bizim Üniversiteye geldi konferans verdi. Aynen Peygamberimiz gibi heybetli, mübarek bir şahıs. Peygamber Efendimizin soyundanmış.

Benim kıldığım namazı ettiğim duayı onlar hiç bilmiyorlardı. İşte beklediğim mürşid gelmişti. Bu yüzden hiç düşünmeden evet dedim. Sen bana ne yapmam gerektiğini söyle, dedim.

Artık radyoda onun sohbetleri başladığında pür dikkat dinliyor, dediklerini aynen belliyor, hayatıma tatbik etmeye çalışıyordum. Rabıta ile hiç yüzünü görmediğim hocam ile hep aynı mecliste gibi oluyordum.

Onunla rabıtam şöyle idi: O çok muhterem bir büyüğüm bense onu çooook seven etrafında seksekler oynayan ele avuca sığmaz bir yaramaz çocuk...